1 Ocak 2017 Pazar

Ellerimizin Büyük Boşluğu / Mevlana İdris Zengin

Sanki dün'e bugün'e ve yarın'a söylenebilecek tüm sözler tek bir şiirde konuşuyor gibi... Yaşadığımız üzüntülü günlere bir şiir bırakmak istedim. Bu kabuslardan bir an evvel uyanıp, göğümüze ve kalplerimize yeniden tertemiz beyazların gelmesi duasıyla...
Ellerimizin Büyük Boşluğu
Burası dünya ve biz artık çok sıkıldık.
Oyun bitti, zifiri karanlıkta belalar uçuşuyor
Dünyanın yalanları, uçakları ve bombaları arasında solup giden ömrümüzü
Kuşa çeviren yasalardan, yönetmeliklerden, nizamnamelerden sıkıldık
Telefon seslerinden, akıp giden televizyon görüntülerinden,
bilgisayar tıkırtılarından, gazete hışırtılarından
Alıp başımızı gitmek istiyoruz
Alıp başımızı sana gelmek istiyoruz
Sana gelmek
Sana gelmek, orada kalmak istiyoruz

Çok unuttuk hatırlamak istiyoruz
Başımızın okşanmasını, gözyaşımızın silinmesini, kolumuza girilmesini istiyoruz
Yağmurunu ve meleklerini yeniden istiyoruz
Rüzgârın sesini, ırmağın sesini,
Dağların dağ, denizlerin deniz, kadınların kadın, çocukların çocuk
Erkeklerin erkek, ekmeğin ekmek, nanenin nane olduğu bir dünyayı yeniden isterken
Seni istiyoruz aslında
Bunu söyleyemiyoruz
Her yer gece, çok gece
Ve biz meleklerini istiyoruz
Rabbim
Çok yenildik yetmez mi
Bir bankanın önünde, bir koltuğun altında, bir ziyafetin ortasında, bir günahın tenhasında
Büyütüp durduk siyahı
Kuşlar gibi bakarken
Kuşlar gibi vurulan çocuklarla
Çok yenildik yetmez mi
Bir mermiyle değişirken dünyamız
Kulağımızda uluslararası bir kınama
Büyük büyük yokluk yurdunun uğuldayan sorusuyla giriyoruz toprağa
Dünya değişti ama kapı nereye açılacak
Biteni biliyoruz şimdi ne başlayacak
İşaretler ortadayken çöllere daldık
Kalp verdin korkunç yaralandık
Akıl verdin, iyiliği esir aldık
Ekranda kıtadan kıtaya atılan bir füze
Gazetede karşı kaldırıma geçerken çiğnenen bir adam
Durmadan dönen bir dünyada nerede olunabilirse
Orada bile değiliz ve bilmiyoruz böyle nasıl
Çamur olabilir kan olabilir karanlık olabilir böyle nasıl
Ele geçirir dünyayı gece
Gece gece gece
Her yağmur tanesini bir melek indirirken yeryüzüne
Her yalanı yüz şeytan taşıyor olabilir mi
Bilmiyoruz
Çünkü bilincimiz içerken binlerce yılın karmaşık şurubunu
Kameraya bakıp kalabalık şeyler söylemek ve gülümsemekle meşgulüz şu an
Sonra oturup düşüneceğiz bütün bu olanları
Bu olanlar!
Çok şey şüphesiz
Ama vaktimiz kalırsa oturup düşüneceğiz
Yusuf’u düşüneceğiz,
Yakub’u, Musa’yı, İsa’yı düşüneceğiz,
Nuh’u ve öbürlerini
Ve Efendimizi
Efendimiz
Kuyular kuyular kuyular kazdık
Bir nefes üflemen için yeryüzü bataklığında, sazdık
Kestik kendimizi deldik yaktık
Sonra sana değil dünyaya aktık
Dünya ki mescittir, bir ona otel yapmışız
Kalktı ki yenilmişiz değişmişiz azmışız
Bir sızı kalmış içimizde başka bir şey yok
Bu sızıdan yol bulup kapına dayanmışız
Bir çocuk oyuncağını alamamış
Bir kız sevdiğini saramamış
Bir anne yıllardır kolları açık bekliyor oğlunu
Bir adam paramparça bir çift göz için
Birisi ekmek götürememiş evine
Birisi aşk
Birimiz dünyayı kurtaracak
Birimiz yarını
Birimizin aklı tutuşmuş yanıyor
Birimiz bomboş kalbine bakıp birini anıyor
Birimiz ayrılığın ilk günü gibi her akşam kanıyor
Birimiz kıyametin koptuğuna inanıyor
Birimiz çekip gitmiş yeryüzünden ellerini hâlâ açık sanıyor
Geldik işte bunlar ellerimiz
Açılmış bak, bilirsin ne diye
Ki bilirsin, biz bu ellerle neler işledik
Açtık işte bunlar ellerimiz
Burası dünya
Şu biziz
Bunlar da ellerimiz
Öyle açık, öyle acemi, öyle boş
Öyle mahcup, öyle dalgın, öyle boş
Öyle boş
Senin değil miyiz hepimiz
Senin değil mi her şey
Alırsın kime ne verirsin kime ne
Ve bu açtığımız eller senin değil mi
Senin değil miyiz hepimiz
Rabbim
Bir yıldız bir ağaç bir buğday tanesi kadar
Bize dokun
Dokunmazsan uçacağız tozlar gibi uzayın derin soğukluğuna
Kahire’den Bombay’a, İstanbul’dan İsfahan’a, Kudüs’ten Paris’e
Sensiz neye baktıksa örgütlü bir yalnızlıktı
Ne yaptıksa sensiz, bir şarkısızlıktı
Hayatın bir durağından öbür durağına
Bir sevgili olmadan yürümek!
Bunu yapamıyoruz
Kundağı çıkarıp kefeni giymeden önce
Adına hayat dediğimiz o büyük sarhoşlukta
Bir ölüm adımıyla geçerken dünyanın bütün içlerinden
Ellerimizi açmış bekliyoruz
Açmış bir çiçeğin değil miyiz senin
Haber göndermedin mi bize
Şahitlerin değil miyiz
Müziğin değilsek bu sesler ne
Kimsesiziz kime gidelim
Yaralarımız var kime
Sıcak bir şey arıyoruz, kime
Merhamet istiyoruz, kime
Bağışlanmak istiyoruz, kime gidelim
Sorumuz ve cevabımız sen değil misin
Yorgunuz, kaybetmişiz, dalgınız, kırgınız, küsmüşüz
Bu çocuklar birer birer kaybolurken sisler içinde kime gidelim
Çok yürüdük yollar kayboldu yol bulduk sana geldik
Ne getirdin deme bize senden başka neyimiz varsa o bizim yokumuzdur
Geldik işte bunlar ellerimiz
Bunlar da ellerimizin büyük boşluğu
Altı yönüm harab, beş duygum harab
On parmağımda on acı
Ya Râb
Denize dalan bir testi nasıl tahammül etsin suya
Fırlattın beni dünyaya
Yeniden al kucağına, çağır beni yeniden
Bu saman çöpünü kasırgada bırakma.
Bağışla bizi diyebilir miyiz bilmiyoruz
Dilimiz varır mı buna
Affet bizi diyebilir miyiz
Bunu deniyoruz şimdi
İçimizin ve dışımızın bütün cehennemlerinin uzağında bir bekleyiş bizimki
Büyük bir kapının önünde bir karınca, vurmuş kapıyı bekliyor
Kapı açılacak yoksa niye var
Rahmet örtecek günahı
Geride kalacak gazabın adımları
Duyulacak büyük bahçenin o büyük şarkıları
Sunulan şarabı çekinmeden içeceğiz
Görüneceksin durmadan kendimizden geçeceğiz
Görüneceksin her şeyimizle sana göçeceğiz
Değil mi Değil mi Değil mi
Ol dedin olduk senden
Gel dedin geldik sana
Yaptıklarımız için
Yapmadıklarımız için
Elimizi, dilimizi Allah’ım
Bağışla bizi bağışla bizi
Başımız yerde
Açtık elimizi sevgilinle birlikte
Bize bak çekip çıkalım uçurumlardan
Bize bak çıkalım dünyanın bütün kulluklarından
Parçansak al bizi bir daha ayırma evinde uyuyalım
Yabancıysak dost ol bize senden ayrılmayalım
Elimiz açık ve ruhumuz secdede durmuş bekliyoruz
Sevdiklerin aşkına sevenlerin aşkına
İnşirah inşirah inşirah
Ayetin değil miyiz senin
Yâ Allah
Mevlana İdris Zengin

30 Aralık 2016 Cuma

Hurmayı Seven Kedi

  Küçücüktü yuvamıza ilk geldiğinde. Şaşkın ve meraklı bakışlarıyla evin neşesiydi Fıstık. Geldiği günden beri beni hep annesi zannetti. Ona göre ben anne kediydim o yavru kediydi; bana göreyse o, hayatımda sahip olabileceğim en iyi dosttu. Ben yattığımda yatar, kalktığımda o da uyanır; dışarı çıktığımda kapıda beklerdi. Korktuğundaysa arkama saklanırdı. Mesela evde ne zaman elektrikli süpürge çalışsa, oturduğum koltuğun arkasına ilişir, bir yandan da tek gözle süpürge geliyor mu gelmiyor mu diye bakardı. Büyüdüğünde de bir şey değişmedi ve ne zaman korksa arkama saklanmaya devam etti. Takıntıları vardı Fıstık'ın. Mesela yerde kare veya dikdörtgen bir kutu, çanta veya yastık bulsa; gider onun üzerine bir güzel yerleşirdi ve asla o nesnenin dışına çıkmazdı, bir patisi bile dışarıda olmazdı. Hatta yuvarlak boş çamaşır sepeti favori mekanıydı. Sanki o sınırların içindeyken güvende gibi hissederdi veya kimse onun keyfini bozamazmış gibi. Eve misafir geldiğinde dolabın arkasına saklanır ve onlar gidene kadar çıkmazdı, kendini yabancılara sevdirmezdi. Misafirler gider gitmez de yanıma gelir, sevdirirdi kendini. Evin içinde ben neredeysem o da hep oraya gelirdi. Ders çalışırken masamda hep dört tane pati vardı, uyurken de hep horlardı :)

  Evde 'Fıstıık!' diye adını seslenip çağırırdım yanıma. Uyuyor olsa bile, koştura koştura gelir ve konuşarak -miyavlayarak- bir şeyler söylerdi. Ben uyuyacağım zaman da aynı şekilde koşarak gelir, benim uyuduğuma emin olduktan sonra giderdi. Bir gün uyku tutmamıştı, o beni uyuttuktan sonra kalktığımda koridorda bana seni uyutmamış mıydım ben der gibi bakmıştı. Evet, böyle bakmıştı. Çünkü insan, kedisinin her halinden gerçekten anlar. Sadece kedi besleyenler bilir bunu. Ev ahalisinden birinin kolu, ayağı, karnı veya bir yeri ağrıdığında gidip patileriyle masaj yapardı. Hisleri çok güçlüydü ve kendince iyileştirmeye çalışırdı. Kısa süreliğine Antalya'ya gittiğimde hiç mama yemeyip, odada tüm gün miyavladığını söylemişti annem. Ve benim gelmemle yine her şey normale dönmüştü.. Mamaları ikişer ikişer yemeye devam etmişti. :)

  Bir de en çok, Ramazan ayında kendini gösterirdi Fıstık. Masaya bıraktığımız hurmaları sabaha ısırılmış veya yenilmiş olarak bulurduk. Oysa normalde hiç masaya çıkmazdı. Kokusu mu tadı mı hoşuna giderdi bilmiyorum ama, hurma yiyen kaç kedi vardır dünyada?

  Böylece geçti yıllar, her anımda dört patiyle birlikte, her duyguma ortak bir kedi. Sonra İstanbul'a geldim. Her gün onu düşünüyordum. Fıstık nasıl, iyi mi, yemek yiyor mu, oynuyor mu.. Kendimi kolsuz kanatsız hissettim. Telefonumun profil resmine onu koydum. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezken uzaklık beni epey üzüyordu. Böyle bir dostluk. İzmir'e ne zaman gelsem kapıda karşılardı, birkaç miyavlamayla ve ters bir bakışı var onunla bakar özlettin kendini derdi. Sonrada ayaklarıma dolanır, homurdanmaya başlardı. Mutluluk hırıltıları, pembe ıslak burnu, bal gözleriyle bir taneydi Fıstık.

  Hiç unutmam o günü, yine İstanbul'dan gelmiştim, her zamanki gibi ilk işim kedimi görmek.. Seslendim; seslendiğimde öbür odadan gelen kedi ortalıkta yok. Bir yerlerde uyuyakalmıştır diye düşünürken salona girdim, ah evet prensesim koltukta yatıyor. Yanına gittim, patisini aldım ellerime. Soğuk. Karnına koydum ellerimi, yanağına, gözlerine, hareket etmiyor. 'Yapılır mı bu bana!' dedim 'Şakanın sırası mı?' yine cevap vermedi. Birkaç saat önce evde koşturan kedi, aniden bırakıp terk etmiş bedenini. Üstelik, onu en son sevdiğim koltuğun üzerinde, üstelik beni beklerken. O koltuğa bir daha oturamadım.

En iyi dostumun toprağa gömülüşünü seyredemedim.
Kaçtım. Ve kalbimde o hep tatlı bakışlarıyla kaldı.

Günlerce, aylarca ağladım.
Hala ne zaman onu hatırlasam büyür yüreğim.

-
Bal gözlüme, dostuma...

Semiha

5 Ocak 2016 Salı

Kuşlar Şiiri İlhan Berk'ten...

KUŞLAR

Öğle düşmüştü, yaralı bir kuş gibi ovaya
Ölü günün esri ipiyle vardığımızda.

Bir asker, iki adam, sonra yine iki adam
Denizi önlerine çekmiş konuşuyorlardı.

Tam işte orda birden bizi bırakıverdiler: Bizim
Baştan beri konuşmalarımıza katılıp gelen kuşlar.

Selamlayıp yerlerimizi daha yeni almıştık ki
"Kuşları neden bıraktınız?" dedi, uzun biri.

"Yerimiz vardı," diye ekledi  ocaktaki adam
Daha çok deniz kıyılarına çalan sesi.

Sonra herkes kendi dünyasına daldı
Geçti geçmez dediğimiz zaman. Kuşları unuttuk.

Akşamla rüzgâr çıktı: Adamı alır atından.
İlk biz, sonra denizi önlerine alanlar kalktı.

Atları tam yola çekiyorduk ki baktık
Çığlık çığlığa bizi bekler bulduk kuşları.

İlhan Berk




19 Haziran 2015 Cuma

Beşir Ayvazoğlu 'Kahveniz Nasıl Olsun?' İnceleme

  “Kahvemden bir yudum aldıktan sonra yazmaya başladım. Habeşistan’dan başlayıp Yemen, Hicaz ve Mısır üzerinden İstanbul’a ulaşan, oradan da bütün dünyayı kuşatacak kollara ayrılan uzun yolda zevkli bir yolculuktu bu...”

Beşir Ayvazoğlu, her zamanki akıcı dili ve bilge uslübuyla, Türk Kahvesinin Kültür Tarihi'ni özenle yazmış. Yolculuğuna Habeşistan'dan başlamış ve sonra İstanbul merkezli olarak anlatmaya devam etmiş. Kitabın ilk bölümünde kahvenin doğuşundan bahsedilmiş. Günümüzde su gibi gönül rahatlığıyla içtiğimiz kahvenin ismi ilk zikredildiği eski zamanlarda, helal mi yoksa haram mı tartışmalarından, şeyhül islam fetvalarından bahseden yazar; aynı zamanda toplumun yasaklanan bir şeye merakının ne denli arttığına da dikkat çekmiş. Gerek kokusu, gerek dinç tutması yönüyle kahve muhaliflerince bile benimsenmesiyle, "kahve" kendi tiryakilerini oluşturmaya başlamış. Kahveyi ilk kavurup içenin Süleyman Peygamber olduğu rivayet olunsa da, Osmanlı’da kahvecilerin piri olarak Şeyh Şazili benimsenmiş. Hızla yayılan kahve kültürü, günlük yaşamın da bir parçası haline gelmeye başlamış. Kahve artık hem halkın hem de sarayın vazgeçilmez içeceklerinden biri olmuş. Bazı tiryaki şairler kahveden  ‘esmer Yemen dilberi’ olarak bahsetmiş. Bazıları da 'Yemenli Bey'..:
              Ben ne idim ne idim
              Yemenli bir beğ idim
              Felek beni şaşırttı
              Fağfuriye düşürttü. 

Bu süreçten sonra kahveye dair her türlü metaryel üretilmeye başlanmış. Sunumda zarif işlemeli fincan zarflarından, öğütmek için sapı kırmalı kahve tavalarına, ahşap kahve soğutucularına kadar en ince detaylar dahi düşünülmüş. Kahveler günümüzde ki gibi sadece üç seçenekli (az orta ve sade) olarak değil, pek çok şekilde istenilirmiş. (sade ağır, sade kaynamış, sade hafif, sade hafifçe, sade yarı kaynamış ve benzeri...) Kahve içiminde halkın genel kanaati şekerli kahvenin kadınlara yakıştığı ve erkeklerin sade kahve içmesi gerektiği yönündeymiş. Kitabın önsözünde şekerli kahveyi tavsiye etmediğini ifade eden yazar, eskilerin sade kahve içmeyeni ciddiye almadıklarını söylemiş, yinede az şekerli kahvenin de sade kahve kadar saygı değer olduğunu belirtmiştir. Kitaptan öğrendiğim ve benim yanlış bildiğim bir husus ise söz merasiminde tuzlu kahve ikramı.. Anadolu'da kendisine görücü gelen kız, damat adayının kahvesine tuz koyarak gönülsüzlüğünü ifade edermiş. Oysa günümüzde bakalım içebiliyor mu, hatrımı kıymetimi bilecek mi şeklinde yorumlanıyor. Yinede siz siz olun evlenmek üzere niyet ettiğiniz damat adayının kahvesine tuz koymayın. Ne olur ne olmaz, belki bunu biliyordur ve üzülür.. :) Kahvenin yapılışında da önemli ipuçları veren yazar, hepimizin bildiği üzere kısık ateşte pişen kahvenin en güzel kahve olduğuna vurgu yapmış. 

              Dervişçe bir alçakgönüllülüğün ifadesi olan, “Buyurunuz, bir acı kahvemizi içiniz,” yahut “Bir acı kahvemizi içmez misiniz?” gibi sözler her yerde davet amacıyla kullanılır, ziyareti kısa kesen anlayışlı misafirlere de “Aman efendim, daha fincan bile soğumadı!” denerek nezaket gösterilirdi. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü de hem minnettarlığın mübalağalı bir ifadesidir, hem de misafir ağırlamada kahvenin seçkin yerine işaret eder. (sf.75)

 İlk bölümünde kahvenin yapılışını, yapılışında kullanılan eşyaları da tüm detaylarıyla aktaran ve anektodlarla süsleyen yazar, kitabın ikinci bölümünde ise kahvehanelerden bahsetmiş. Kahvehanelerin büyük bir itina ile kurulduğundan, hangi kahvehanelerde hangi meslekten insanların bulunduğuna kadar renkli ve güzel bir şekilde geçmiş zamanı gözümüzün önüne sermiş. Yazarın en çok sevdiği ve özlemle bahsettiği en güzel kahvehanelerden biri de Çiçekçi Kahvesi. Günümüzde eksikliği muhakkak hissediliyordur. Şimdi o kahvehane yerinde olsa da gidip bir görsem diyor insan. Bir de beni en çok etkileyen bir diğer kahvehane ise İstanbul Üniversitesi'nin yerli ve yabancı hocalarıyla devrin tanınmış şair ve yazarlarının gözde mekanı olan Küllük Kahvesi.. Bu kahvehanede kimler oturup şiirler yazmamış ki. Küllük, edebiyat meraklısı üniversite öğrencileri için bir çeşit ikinci üniversite görevindeymiş. Öyle ki Sait Faik, 'kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım.' demiş. Öte yandan tıp fakültesine imtihansız giren Tarık Buğra, Küllük'te vakit geçirdiği için derslere gitmemiş ve ücretsiz kaldığı Tıp Talebe Yurdundan atılmış ve sokakta kalmış. Bu dönemde bir buçuk ay kadar Küllük'te sandalyeleri birleştirip tavlayı yastık ederek yatıp kalkan Tarık Buğra, bu kahvehaneyi 'Küllük' adlı hikayesinde anlatmıştır. 

              Sanmayın avare bülbüller gibi güllükteyiz
              Biz yanık bir kor gibi akşam sabah Küllük'teyiz 
              (Kesriyeli Sıtkı Akozan)

Kitabın üçüncü bölümünde ise kahveden çaya geçiş anlatılmıştır. Bunda dönemin zaman zaman kahve kıtlığı yaşaması ve kahve yerine arpa kullanılmasını önemli bir etken olarak gören yazar aynı zamanda kahveye gösterilen değerin azalmasına da üzülmüş. Kahve yerine arpa verilme şüphesinden ötürü insanlar git gide çaya yönelmiş. Onlarca kedi beslediği için hafızıkütübü olduğu kütüphane-i umumî`nin adını "kedili kütüphane"ye çıkaran meşhur İsmail Saib Efendi de çay tiryakisiymiş. Bir yakınının anlattığına göre, semaverde demlenen çayda şerâit-i selâse yani üç şart ararmış; leb-renk, leb-sûz, leb-rîz. Yâni, bardak ağzına kadar, dudak renginde ve dudağı yakacak sıcaklıkta çayla dolu olmalıymış. 

"Çay ihtimamla pişmezse, ağır ağır, rahat rahat içilmezse kıymeti kalmaz. Çay, bol elbiseler içinde rahat mindelerde gayet lâubali bir tarzda içilmek şartile dünyanın en lezzetli içkisidir, fakat suyu berrak, rengi âteşîn, fincanı billûr, şekeri az, râyihası hafif olmalıdır. Yazık ki çay içen milyonlarca halkın pek azı bu esaslara riâyet eder. Çay pişirmeyi basit görenler aldanırlar ve aldandıkları içindir ki iyi çay içmeğe muvaffak olamazlar. Suyu ılık âdi porselen ibriğe haşlanıvermiş olan çay yani alelumum içtiğimiz çay ne taamsız ne fena bir çaydır; bunu çay namına yutanlara acımalı ve çay gibi nefis bir nesneyi o hâle sokanlara da kızmalıdır." R.Halid Karay

Beşir Ayvazoğlu, günümüzde kahvenin ne ikram şeklinde, ne önümüze konulan fincanın estetiğinde, ne de içindeki mayinin kıvamında ve lezzetinde beş yüz yıllık bir kültürün hissedilmediğinden dem vurarak bu güzel eseri ileride kahve kültürümüzün unutulmaması adına geleceğe miras olarak bırakmıştır..

Semiha VELİOĞLU




18 Şubat 2015 Çarşamba

Şeylerin Hiçliğinde Yolculuk / Luciano de Giovanni

Şeylerin hiçliğine yollanıyorum

şeylerin hiçlik çekirdeğine

mekân ve mekân arasındaki boşluğa
nefes ve nefes arasındaki sessizliğe

Korkunun dağınık 
sevincin saf olduğu yere

düşlerin mükemmeline
gökkuşağının titreyişine

Şahane bir coşkuya
ve çılgınlığına

Deniz kabuğunun yankısına doğru

Bilemiyorum ilk kez bir sabah yoksa bir akşam mıydı
Bilemiyorum sonunda bir akşam mı yoksa bir sabah mı bekleniyordu
Bir sabah mı yoksa bir akşam mı olmuştu

yapraklar öylece doğdular ve öyle kurudular bile
ve ağacın bittiği yerde henüz başlıyor ağaç
ve bir şey kendini bir başka şeyde gösteriyor ve aslında hiçbir şey
ve bir hiç ya da her şey ya da bir sabah ya da bir akşam bile değil

Düdüğüyle uyandım
giden trenin
şimdi mehtaba bakıyorum
yaşamak ve ancak aramak
doğumdan koparılan herhangi bir şeyi

trenin iki yolu var ancak

Ne zaman öğrenirsem
bir yere gitmeyi
hiç gitmeden

bir yere yönelmeyi
şimdiden bilerek
orada olduğum

ne zaman ki aslında
artık gerekmediğini
gitmenin ve dönmenin

Kuşlar
masum oldukları için uçar

kanatla ne ilgisi var

Krallığın
ölü bir açı olmalı
yaprakların toplanarak gittiği
rüzgâr bittiği zaman

Şeylere yavaşça dokunmak

terk edilmiş bahçede
yapraktan yaprağa seken
kırlangıç gibi

Düşüncelerin erişemediği yerde
yalıncave yumuşakça
varız

iste
yok olmaktayım

Maceracı bir güneş düşlüyorum
küçücük bir uydusu olsun
evreni arasıngalaksiden çok uzak
ve kaybolmaktan mutlu

İçimde uyan
bir oyun gibi
nehirlerin doğduğu gibi

ya da
en yüksek dallardaki
sıcak yuvalar gibi

Bizi ayıran duvar
bir eşik olmakta

şeylerin isimleri
dökülüyor
yapraklar gibi

Başka halleri vardır
yaşıyor olmanın
daha gerçek
gizli

bir terk edilmişin sevinci
dünyayı
seyretmek

doğumu aşmak
ve ölümü

Kırların aşıldığı gibi

Duam sana sarı çiçek
sen ki tepelerde büyür
kelebeklere su verirsin

Duam sana çiğ damlası

Sen ki göklerden
gerçek rengi görürsün

Sen ki yankılardan
başlangıcı ve 
infilakı bilirsin

ve sükuttan
şarkıyı

Duam sana bitkilerin 
ve toprağın tanrısı

Gri evlerin peyzajı
uçurum kenarında dengede

kuşlar nehri içiyorlar
dalların tedirgin titreşimi

her şey karışıyor birbirine
âlemi saklayan sis

Ormana gidiyorum
bir haber arıyorum
çözülemez
görülemez olması önemsiz

bir yudum rüzgâr yeter bana
bir dalın ince işareti

duyduğum an beliriyor
örümceğin parıldayan ağı belleğimde

Hiç başlamayan
hiç bitmeyen macera
yalnızca çılgın bir düştü

Her şey olup bittiğinde
hiçbir şey olmamış olacak
ölüm yaşam
uçup dönecek
sahilsiz
koca nehre

Ne tür bir özdür can
dolandığı boşluk içinde
bir dalga gibi geçici
eriyiveren sahilde

ve gökyüzünün eğrisini
güneşin doğuşundan ve batışından haberdar

ve bunların haberini verebilirdi
sahilde yok oluvermese

Yok oluveriyor belirdiği an

Nasıl aşksız bir şair şair değilse
nasılki aşk nerede olduğunu bilmiyorsa

eğer zamanla yok oluyorsa, düşlerde,
sonra nasıl uyanıyorsa

aşk, ben,
bir bulut içinde
onu düşledim
onun için şarkılarım
onun için yazıyorum

ve rüzgâr 
onu bana getirmek istiyor
ve güneş
onu yağmura çevirmek

ama kimse onu tutamaz
bu bulut
herhangi bir buluta benzer

aslında bana ait bir yaratıktır o

(Ama sen beni dinlemiyorsun bile
özgürce gidiyorsun
bu uzak gökyüzüne
beni toprağa bırakarak
beni savaşa bırakarak)

Ağaç şimdiden orada
yarın dikeceğim ağaç
uyuyan çekirdekten
uykudaki daldan

Titriyor
beyaz nefesinde
hülyaların

yaşıyor bitki
yeşil yaprakları
meyveleriyle

Ağaç hâlâ ağaç
dün
kesip
tarlanın boşluğuna attığın
tarla babasıydı onun

Kuşlar uçmayı sürdürüyor
Mutlu dalların çizgilerinde

Belki hemen sözlerin ardından
ya da hemen sessizlikten sonra
ışık olmayan aydınlıkta
gece olmayan gölgede

belki aşktadır, belki
ölümü geçerli kılan acıda
ya da düşüncenin boşluğunda, belki

Ümit harcanarak çoğalıyor
erişilmekten ziyade

Maddesi yoktur sanırım

3 Şubat 2015 Salı

Walt Whitman -Sana

Her kimsen korkuyorum sen rüyaların adımlarıyla yürürken 
Korkuyorum bu sözde gerçekler ellerinin ve ayaklarının altında erirken, 
Hatta şimdi yüzündeki parçalar, sevinçlerin, sesin, evin, işin, tavırların, sıkıntıların,  
budalalıkların, giysilerin, suçların senden dağılıp harman olurken, 
Gerçek ruhun ve bedenin önce bana görünüyor, 
Onlar korkulardan, ticaretten, dükkânlardan, çalışmadan, çiftlik elbiselerinden, evden, alıştan,  
satıştan, yemeden, içmeden, acı çekmeden, ölümden ileriye fırlıyor. 

Her kimsen ellerimi üzerine kapatıyorum, böylece benim şiirim oluyorsun, 
Kulağını dudağıma alıp fısıldıyorum, 
Tek bir kadın ve erkeği bile daha çok sevmedim senden. 

Ah ben üşengeç ve dilsizdim, 
Çok daha önceden yolumu doğrudan sana çevirmeliydim, 
Hiçbir şeyi değil seni ifşa etmeliydim, hiçbir şeyin değil senin şarkını söylemeliydim. 

Ne varsa terkedip geleceğim ve senin şarkılarını söyleyeceğim, 
Kimse seni anlamadı, yalnız ben anlarım, 
Kimse sana adil davranmadı, sen bile kendine adil davranmadın, 
Herkes seni kusurlu buldu, oysa yalnız ben sende bir kusur aramam, 
Herkes seni tabi kılmaya çalıştı, fakat yalnız benim, seni kendime tabi kılmaya rıza 
göstermeyecek, 
Yalnız benim, senin üstüne efendi, sahip, iyi, tanrı, senin yaradılışının ötesinde bekleyen ne  
varsa işte onları yerleştirmeyen. 

Ressamlar kendi arı kovanlarını çizdiler ve hepsinin ortasında ana kraliçe, 
Başından altın renkli bir hale demeti yayılırken, 
Fakat ben sayısız baş çizerim ve hepsinin başında altın renkli hale demetleri, 
Ellerimden, her erkeğin ve kadının beyninden sonsuza dek parıldayıp dalgalanırken. 

Ah ben, hakkındaki güzellikleri ve övgüleri dillendirmeliydim! 
Henüz kim olduğunu bile bilmiyorsun, bir ömür kendi üstüne uyukladın, 
Gözkapaklarını bile hep aynı şekilde kapattın, 
Şimdiye kadar ne yaptıysan anlamsızlaştı zaten, 
(iraden, bilgin, duaların anlamsızlaşmadıysa, peki ne oldu?) 

Anlamsızlaşan sen değilsin, 
Onların altında ve içinde seni pusuda beklerken gördüm, 
Seni daha kimsenin aramadığı yerlerde arayan benim, 
Sessizlik, masa, aptalca sözler, gece, alışılmış işler, eğer bunlar diğerlerinden gizliyorsa seni 
ya da kendinden, benden gizleyemezler,  
Tıraşlı yüz, oynak göz, murdar ten, eğer bunlar diğerlerini duraksatıyorsa, beni  
engelleyemezler, 
Arsız elbise, çirkin tavır, sarhoşluk, aç gözlülük, zamansız ölüm, bunların hepsini bir kenara bıraktım. 

Hiçbir erkek ve kadında bulunmaz, sana bağışlananlar 
Ne erdem ne güzellik, sende durduğu gibi tek bir erkek ve kadında durmaz, 
Ne cesaret ne de sabır sende olduğu kadar diğerlerinin hiçbirinde olamaz, 
Diğerlerini hiçbir mutluluk beklemezken benim mutluluğum bekliyor seni. 

Bana kalsa kimseye bir şey vermeden sevgimi yalnız sana veririm, 
Hiçkimsenin hatta tanrı’nın bile övgülerini dillendirmeden hemen senin övgülerini  
seslendiririm. 

Her kimsen! kendi bahtına düşecek olanı talep et! 
Doğunun ve batının bu görünüşleri seni taklitten ibaret, 
Bu yoğun çimenler, bu tükenmez nehirler, sensin onlar kadar yoğun ve tükenmez olan, 
Bu taşkınlıklar, unsurlar, fırtınalar, doğanın hareketleri, apaçık yokoluşun şiddetli sancıları,  
işte onların üzerinde bey ya da hanım olan herkimsen sensin, 
Doğanın, unsurların, acının, tutkunun, ölümün üzerine bey ya da hanım olmak senin kendi  
hakkın. 

Bileklerindeki zincirler düştüğünde tükenmeyen bir yeterlilik bulacaksın, 
Yaşlı ya da genç, erkek ya da kadın, kaba, aşağı ya da diğerlerince reddedilmiş, her kimsen  
bunu herkese duyuracaksın, 
Anlamları açıklanmış doğumla, yaşamla, ölümle, cenazeyle, sınırlanmamış bir şeylerle, 
Öfkeyle, kayıplarla, hırsla, cehaletle, usançla, bu yolda neyi seçme hakkın varsa işte onla.  

9 Ocak 2015 Cuma

Muhammed Ali'ye

"Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et.
Çocuklar için salla yumruklarını.

Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et.

Şu alçağın işini bitir!
Meyhanedeki ayyaşlar için dans et şampiyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terk ettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için.
Dans et şampiyon, savaş onlar için!
Şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin.
Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için…
Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için.
Dans et şampiyon, savaş onlar için!
Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için.
Savaş onlar için şampiyon.
Otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin!
Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi.
Sokaktaki insanlar kurtardı seni.
Şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin!
Bu ring ikinize fazla.
Hadi bitir işini, suratını paramparça et.
Yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına!
Hadi yavrum salla yumruklarını!
Muhammet Ali’yi hiç kimse yenemez, hiç kimse.
Sadece Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil.
Dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!''

Ali'nin Antrenörüne ait olduğu rivayet edilen muhteşem betik.
Muahammed'i de Ali'yi de kimse yenemez, âmin.