“Kahvemden bir yudum aldıktan sonra yazmaya başladım. Habeşistan’dan
başlayıp Yemen, Hicaz ve Mısır üzerinden İstanbul’a ulaşan, oradan da bütün
dünyayı kuşatacak kollara ayrılan uzun yolda zevkli bir yolculuktu bu...”
Beşir Ayvazoğlu, her zamanki akıcı dili ve bilge uslübuyla, Türk
Kahvesinin Kültür Tarihi'ni özenle yazmış. Yolculuğuna
Habeşistan'dan başlamış ve sonra İstanbul merkezli olarak anlatmaya devam etmiş.
Kitabın ilk bölümünde kahvenin doğuşundan bahsedilmiş. Günümüzde su gibi gönül
rahatlığıyla içtiğimiz kahvenin ismi ilk zikredildiği eski zamanlarda, helal mi
yoksa haram mı tartışmalarından, şeyhül islam fetvalarından bahseden yazar; aynı
zamanda toplumun yasaklanan bir şeye merakının ne denli arttığına da dikkat
çekmiş. Gerek kokusu, gerek dinç tutması yönüyle kahve muhaliflerince bile
benimsenmesiyle, "kahve" kendi tiryakilerini oluşturmaya başlamış. Kahveyi
ilk kavurup içenin Süleyman Peygamber olduğu rivayet olunsa da, Osmanlı’da
kahvecilerin piri olarak Şeyh Şazili benimsenmiş. Hızla yayılan kahve kültürü,
günlük yaşamın da bir parçası haline gelmeye başlamış. Kahve artık hem halkın
hem de sarayın vazgeçilmez içeceklerinden biri olmuş. Bazı tiryaki şairler
kahveden ‘esmer Yemen dilberi’ olarak bahsetmiş. Bazıları da
'Yemenli Bey'..:
Ben ne
idim ne idim
Yemenli
bir beğ idim
Felek beni şaşırttı
Fağfuriye
düşürttü.

Dervişçe bir alçakgönüllülüğün ifadesi olan,
“Buyurunuz, bir acı kahvemizi içiniz,” yahut “Bir acı kahvemizi içmez misiniz?”
gibi sözler her yerde davet amacıyla kullanılır, ziyareti kısa kesen anlayışlı
misafirlere de “Aman efendim, daha fincan bile soğumadı!” denerek nezaket
gösterilirdi. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözü de hem
minnettarlığın mübalağalı bir ifadesidir, hem de misafir ağırlamada kahvenin
seçkin yerine işaret eder. (sf.75)
İlk
bölümünde kahvenin yapılışını, yapılışında kullanılan eşyaları da tüm detaylarıyla
aktaran ve anektodlarla süsleyen yazar, kitabın ikinci bölümünde ise kahvehanelerden
bahsetmiş. Kahvehanelerin büyük bir itina ile kurulduğundan, hangi
kahvehanelerde hangi meslekten insanların bulunduğuna kadar renkli ve güzel bir
şekilde geçmiş zamanı gözümüzün önüne sermiş. Yazarın en çok sevdiği ve özlemle
bahsettiği en güzel kahvehanelerden biri de Çiçekçi Kahvesi. Günümüzde eksikliği
muhakkak hissediliyordur. Şimdi o kahvehane yerinde olsa da gidip bir görsem
diyor insan. Bir de beni en çok etkileyen bir diğer kahvehane ise İstanbul
Üniversitesi'nin yerli ve yabancı hocalarıyla devrin tanınmış şair ve yazarlarının
gözde mekanı olan Küllük Kahvesi.. Bu kahvehanede kimler oturup şiirler yazmamış
ki. Küllük, edebiyat meraklısı üniversite öğrencileri için bir çeşit ikinci
üniversite görevindeymiş. Öyle ki Sait Faik, 'kıraathaneye gitmemiş bir
üniversitelinin tahsilini yarım sayarım.' demiş. Öte yandan tıp fakültesine
imtihansız giren Tarık Buğra, Küllük'te vakit geçirdiği için derslere gitmemiş
ve ücretsiz kaldığı Tıp Talebe Yurdundan atılmış ve sokakta kalmış. Bu dönemde
bir buçuk ay kadar Küllük'te sandalyeleri birleştirip tavlayı yastık ederek yatıp
kalkan Tarık Buğra, bu kahvehaneyi 'Küllük' adlı hikayesinde anlatmıştır.
Sanmayın avare bülbüller gibi güllükteyiz
Biz yanık
bir kor gibi akşam sabah Küllük'teyiz
(Kesriyeli
Sıtkı Akozan)
Kitabın
üçüncü bölümünde ise kahveden çaya geçiş anlatılmıştır. Bunda dönemin zaman
zaman kahve kıtlığı yaşaması ve kahve yerine arpa kullanılmasını önemli bir
etken olarak gören yazar aynı zamanda kahveye gösterilen değerin azalmasına da üzülmüş.
Kahve yerine arpa verilme şüphesinden ötürü insanlar git gide çaya yönelmiş. Onlarca
kedi beslediği için hafızıkütübü olduğu kütüphane-i umumî`nin adını
"kedili kütüphane"ye çıkaran meşhur İsmail Saib Efendi de çay
tiryakisiymiş. Bir yakınının anlattığına göre, semaverde demlenen çayda şerâit-i
selâse yani üç şart ararmış; leb-renk, leb-sûz, leb-rîz. Yâni, bardak ağzına
kadar, dudak renginde ve dudağı yakacak sıcaklıkta çayla dolu olmalıymış.
"Çay
ihtimamla pişmezse, ağır ağır, rahat rahat içilmezse kıymeti kalmaz. Çay, bol
elbiseler içinde rahat mindelerde gayet lâubali bir tarzda içilmek şartile
dünyanın en lezzetli içkisidir, fakat suyu berrak, rengi âteşîn, fincanı
billûr, şekeri az, râyihası hafif olmalıdır. Yazık ki çay içen milyonlarca halkın
pek azı bu esaslara riâyet eder. Çay pişirmeyi basit görenler aldanırlar ve
aldandıkları içindir ki iyi çay içmeğe muvaffak olamazlar. Suyu ılık âdi
porselen ibriğe haşlanıvermiş olan çay yani alelumum içtiğimiz çay ne taamsız
ne fena bir çaydır; bunu çay namına yutanlara acımalı ve çay gibi nefis bir
nesneyi o hâle sokanlara da kızmalıdır." R.Halid Karay
Beşir
Ayvazoğlu, günümüzde kahvenin ne ikram şeklinde, ne önümüze konulan fincanın
estetiğinde, ne de içindeki mayinin kıvamında ve lezzetinde beş yüz yıllık bir
kültürün hissedilmediğinden dem vurarak bu güzel eseri ileride kahve
kültürümüzün unutulmaması adına geleceğe miras olarak bırakmıştır..
Semiha VELİOĞLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder